Emre Özçelik: Altılı masayı neoliberalizm tehlikesi bekliyor

Namık Alkan

İZMİR – CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Maltepe mitinginde “Ben neoliberalizme karşıyım, bırakın halkı sömüren sömürsün, piyasa kendi dengesini bulur söylemine karşıyım. Türkiye’de toplumun belleğine yerleşen bu anlayış, iktidar destekli sömürme ve köleleştirmeye dönüştü. Bu yüzden insanların geçim kaynaklarını korumak ve yeni fırsatlar yaratmak için devletin müdahil olması gerektiğine inanıyorum” dedi. Kılıçdaroğlu’nun neoliberalizme karşı olmasına rağmen altılı masanın en az iki üyesinin neoliberal olması, “altılı masa iktidara gelirse ekonomide ve dış siyasette neoliberal politikalar uygulanacak mı, uygulanmayacak mı?” sorusunu akla getirdi.

ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü İktisat Programı Koordinatörü Doç. Dr. Emre Özçelik ile Kılıçdaroğlu’nun neoliberalizm çıkışını ve neoliberalizmin dünü, bugünü ve yarınını konuştuk.

‘YERİNE NE KONACAĞINI TAM OLARAK BİLEMİYORUZ’

Kemal Kılıçdaroğlu, Maltepe mitingindeki sözleri ile neoliberalizme net olarak karşı çıktı. Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi neoliberalizmin dünya ve ülkemizdeki uygulamalarına bakıldığında, bu anlayış iktidar destekli sömürme ve köleleştirmeye mi dönüştü?

Kemal Kılıçdaroğlu konuyu siyaset diliyle ele almış tabii. Ben de neoliberalizme karşıyım. Fakat neoliberalizm de deyim yerindeyse “suyu çıkmış” bir kavram ve olgu. 2022 itibarıyla elli yaşıma geldim ve neoliberalizm çocukluğumdan beri çok konuşulup tartışılıyor. Bana kalırsa, Turgut Özal’ın gevrek çehresi ile “inter-dipendans” demesidir neoliberalizm. “Çankaya’nın şişmanı, işçinin düşmanı”dır. Neoliberalizm 90’lı yıllardır; aynı politika çerçevesini savundukları hâlde Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller’in kıyasıya didişmeleridir. Neoliberalizm aynı zamanda Kemal Derviş’in IMF ve Dünya Bankası destekli kurumsal reformlarıdır da. Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu gibi AKP’den ayrılan siyasetçiler de neoliberalizme dâhil. Çünkü anti-neoliberal bir şairimizin dediği üzere, ayrılık da sevdâya dâhil, çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili. Kılıçdaroğlu neoliberalizme karşı olduğunu söylüyor, ama altılı masada (en az) iki neoliberal var. Nasıl olacak bu? Altılı masa olur da iktidara gelirse ekonomide ve dış siyasette neoliberal politikalar uygulanacak mı, uygulanmayacak mı? Kılıçdaroğlu’na bu soruyu yöneltmek isterdim.

Neoliberalizm dünyada ve Türkiye’de aşağı yukarı kırk yıllık bir döneme damgasını vurdu. Son yıllarda da sahneden çekilmeye başladı. Bugünlerde biraz da bu geri çekilişin sancılarını deneyimliyoruz. Yerine ne konacağını tam bilemiyoruz. Bu uzun neoliberal dönemin enteresan özelliklerinden biri de hemen her sorunu yerli yersiz neoliberalizmle ilişkilendiren analistlerin ortaya çıkmasıydı. Kerameti kendinden menkul anti-neoliberal ezberler kendi karşıtlarını da “ayna görüntüsü” olarak yarattı tabii. Yani neoliberalizmden yerli yerinde bahsedildiğinde bile ezbere reaksiyon gösteren, siyasal-iktisadi ve toplumsal sorunların neoliberalizm üzerinden tartışılmasından asla hazzetmeyen analistler de türedi. Ben kendimi bu iki tip analiste eşit uzaklıkta konumlandırmaya gayret ediyorum. Buna gayret etmezseniz kendinizi hep bir kayıkçı kavgasının ortasında buluyorsunuz.

‘NEOLİBERALİZMİN BAŞAT ÖZELLİĞİ, DAİMA SERMAYE YANLISI OLMASI’

Peki nasıl görmek lazım neoliberalizmi?

Neoliberalizmi eğrisiyle doğrusuyla birtakım dersler almamız gereken, somut bir siyasal-iktisadi mazi olarak görmeye çalışıyorum. Neoliberalizm sahneden çekilirken, istesek de istemesek de neoliberalizmin bazı unsurları geleceğe karışacak. İnsanlığın siyasal-iktisadi tarihi bize bembeyaz ve yepyeni sayfalar açmanın mümkün olmadığını öğretiyor. Dolayısıyla neoliberalizmin hangi unsurlarını geleceğe taşıyacağımızı ve hangilerini taşımayacağımızı medeni bir çerçevede, serinkanlılıkla düşünmemizin gerektiği günlerden geçiyoruz. Bana öyle geliyor ki bu, dünyada ve Türkiye’de 2020’lere damgasını vuracak en mühim sorunsallardan biri olacak. Neoliberalizm sahneden çekiliyor, ama önümüzdeki yıllarda onun yerini almaya başlayacak yeni siyasal-iktisadi paradigmanın nasıl olacağı, genellikle neoliberalizm referans alınarak tartışılacak. Bunu bir sorun olarak görmemeliyiz.

Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun neoliberalizme karşı çıkarken “insanların geçim kaynaklarını korumak ve yeni fırsatlar yaratmak için devletin müdahil olması gerektiğine inanıyorum” demesi gayet önemlidir. Çünkü Kılıçdaroğlu burada neoliberalizmin geleceğe taşımamamız gereken negatif bir özelliğini yerli yerinde ima ediyor. Neoliberalizm “insanların geçim kaynaklarını korumaya” ve “yeni fırsatlar yaratmaya” yönelik sosyal ve kalkınmacı politikaların uygulanmasına hakikaten de ket vurmuştur. Böyle politikaların geniş toplum kesimlerinin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirebilmesi için iktisadi planlama ve uzun vadeli bir iktisadi bakış açısı gereklidir. Neoliberalizm tam da bunları (yani iktisadi planlamayı ve uzun vadeli bakış açısını) sakınılması gereken “öcüler” olarak takdim etmiştir. Neoliberalizmin başat özelliği, daima sermaye yanlısı olması ve dolayısıyla emeği sermayenin bir nesnesi konumuna indirgemesiydi. Emek dediğimiz, geniş toplum kesimleridir. Hakiki bir demokraside, adil bir ekonomik düzende geniş toplum kesimlerinin tabii ki nesne değil özne olmaları gerekir.

‘SOSYALİST BİR SİSTEMDE BİLE ‘İYİ YÖNETİŞİM’ ELZEMDİR’

Neoliberalizmin geleceğe taşımamamız gereken unsurlarının yanı sıra, bir de geleceğe taşıyabileceğimiz unsurlarından bahsettiniz. Neyi kastediyorsunuz, biraz anlatabilir misiniz?

Şu soruya yanıt aramamızda yarar var: Hakiki bir demokrasiyi, adil bir ekonomik düzeni nasıl tesis edebiliriz? Bu elbette hiç kolay bir iş değil, ama bu amaçları gerçekleştirmek için neoliberalizme atfedilen bazı unsurları geleceğe taşımaya çalışabileceğimizi düşünüyorum. Burada kastettiğim, bir “iyi yönetişim” (good governance) çerçevesinin tesis edilmesiyle ilgili. Böyle bir çerçeveye kimileri “ikinci nesil neoliberal reformlar” veya “düzenlemeci neoliberalizm” diyorlar. Hâlbuki bana öyle geliyor ki “iyi yönetişim” neoliberalizme mahsus bir çerçeve değildir. Sosyalist bir sistemde bile “iyi yönetişim” elzemdir. Yirminci yüzyılın sosyalizmlerinin son kertede sapır sapır dökülmelerinin önemli nedenlerinden biri de bu “iyi yönetişim” konusunu es geçmiş olmaları değil miydi?

Bu noktada, mesela Dünya Bankası’nın “iyi yönetişim” çerçevesini altı temel ilke ile tanımlayıp ölçtüğünü hatırlayalım: 1) Söz hakkı ve hesap sorulabilirlik, 2) Siyasal istikrar ve şiddetin önlenmesi, 3) Etkin yönetim, 4) Regülasyon kalitesi, 5) Hukukun üstünlüğü, 6) Yolsuzluğun denetimi. Diyelim ki ülkemizde tümüyle anti-neoliberal, hatta adıyla sanıyla sosyalist bir siyasal-iktisadi sistem tesis etmeye çalışıyoruz. Öyle bir sistemi de pekâlâ bu altı ilkeye dayandırmak mümkün. Bana sorarsanız, mümkün olmanın ötesinde, zaruri. Dolayısıyla, “iyi yönetişim” şiarını “düzenlemeci neoliberalizm” ile özdeşleştirmekten vazgeçmeliyiz. Bu şiarı serinkanlılığımızı koruyarak neoliberal sürecin yararlı bir ürünü olarak görebiliriz, görmeliyiz. Bu yararlı ürünü geleceğe taşımak, bizi neoliberal yapmaz, kimse bundan korkmasın.

Bu bahsi, bir iki yıl evvel yazdığım kısa bir makaleden bir alıntı yaprak kapatmama izin verin lütfen: “Yapısal reform, kurumsal gelişme, ‘iyi yönetişim’ dendiğinde sol cenahın aklına da –haklı olarak– türlü türlü ‘çapanoğlu’ geliyor. Çünkü son yirmi-otuz yıldır bu kavram ve olgulara dayanan uygulamalar, birçok durumda, özellikle işgücü piyasalarının sermaye lehine düzenlenmesine ve anayasal-sendikal hakların itibarsızlaştırılmasına yola açan emek karşıtı pratikleri pekiştirdi. Fakat emeği sosyoekonomik ve siyasal-iktisadi açılardan güçsüzleştiren ve sermayeyi kayıran bu yaygın uygulamaları, kapsayıcı bir çağdaş planlama paradigmasını tesis ederek ayıklamak ve bertaraf etmek de pekâlâ mümkün…. [G]ünümüzde, neoliberalizmin sermaye dostu ideolojisinin terk edildiği, sermayeyi rekabete zorlayacak ve teknolojik ilerlemeyi yönetecek, emeğin refahını ve istihdam olanaklarını genişletmeyi hedefleyecek, kurallı ve planlı bir çağdaş ekonomik modelin zarureti giderek belirginleşiyor.” İyi yönetişim, bu alıntıda bahsettiğim türden bir modelin tesis edilmesini kolaylaştıracak, hatta sağlayacak bir çerçeve sunuyor bize aslında.

‘CHP’NİN BU KONUDAKİ GENEL YAKLAŞIMI MUAMMA’

Pandemi döneminde “Korona-virüs kapitalizmin kifayetsizliklerini tüm ülkelerde gün gibi ortaya çıkardı, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” veya “Korona-virüs neoliberal politikaların sonunu getirmiş oldu, dünyada artık kamucu sağlık ve eğitim politikaları uygulanmaya başlayacak” veya “Küresel bir sosyalizmin zarureti artık iyice anlaşıldı” gibi değerlendirmeler yapıldı. Pandeminin sonuna gelinirken, pandemi ile birlikte uluslararası ekonomide ve politikalarda ne değişti? Dünya ekonomisi ne yöne ilerliyor?

Evet, pandeminin başlarında özellikle bazı sosyalist veya sosyalizan arkadaşlar –bana kalırsa biraz da “romantik” duygularla– böyle değerlendirmelerde bulundular. Bu konuya da aslında sizinle o zaman BirGün için yaptığımız bir söyleşide epeyce ayrıntılı değinmiştim. O söyleşiye “Dönüşümü virüs değil örgütlülük sağlar” başlığını koymuştuk, hatırlarsanız. Aradan geçen iki yılın sonunda ben aynı yerdeyim: Evet, dönüşümü virüs değil, örgütlülük sağlar. Örgütlülük de öyle “boyacı küpü” değil ki iki yıl gibi çok kısa bir sürede canlansın. Bu, uzun dönemli, kararlı bir siyasal ve toplumsal gayreti gerektiriyor elbette. Çünkü neoliberalizm geniş toplum kesimlerinin örgütlülük olanaklarını çok daralttı, emeğin geçmiş kazanımlarını büyük hasara uğrattı.

Bu bakımdan, mesela genelde CHP’nin, özelde de Kılıçdaroğlu’nun, Ekrem İmamoğlu’nun veya Mansur Yavaş’ın emeğin örgütlülüğünü canlandırmak üzere belirli bir plan ve programları olup olmadığını pek bilmiyoruz. Kuru kuruya neoliberalizm karşıtlığı deklare etmek bence yeterli değil. Emeği hem siyaseten, hem de iktisaden güçlendirmek için neler yapacaksınız? Neoliberalizmin kırk yıldır neden olduğu hasarları nasıl tamir edeceksiniz? CHP’nin bu konudaki genel yaklaşımı muamma olma özelliğini koruyor, maalesef.

‘SELİN SAYEK BÖKE EMEK YANLISI VE KAMUCU BİR POZİSYONU BENİMSEDİ’

Öte yandan CHP Genel Sekreteri ve İzmir Milletvekili Selin Sayek Böke’nin özellikle son yıllarda emek yanlısı ve kamucu bir pozisyonu benimsediğini, ben şahsen ümit ve sevinçle gözlemliyorum. Beş altı yıl öncesine kadar, kimi sosyalist arkadaşlar Sayek Böke’yi neoliberal olarak kategorize ediyorlardı. Fakat öyle anlaşılıyor ki bu kategorizasyon pek de doğru değilmiş. Son yıllarda CHP içinde en sosyalizan söylemlerin genellikle Sayek Böke’den geldiğini söyleyebiliriz sanırım. Ben bunu CHP için önemli bir kazanım ve değeri bilinmesi gereken bir zenginlik olarak görüyorum. Sayek Böke’nin iyi bir iktisatçı olduğuna da şüphe yok. Üstelik ana-akım sayılabilecek bir akademik iktisat geleneğinden gelip siyasette yani gerçek hayatta kamucu ve emek yanlısı bir pozisyona doğru tekâmül etmiş olması, siyasal-iktisadi meselelerin farklı ve karmaşık yönlerini serinkanlı bir analizle irdeleyebilen biri olduğunu da gösteriyor bence. Dolayısıyla CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun Sayek Böke gibi yetkin bir iktisatçı-siyasetçiden çok daha fazla istifade etmeleri gerektiğini düşünüyorum.

‘DÜNYADA PEK ÇOK KANAAT ÖNDERİ DEVLETİ GÖREVE ÇAĞIRIYOR’

Bu söylediklerim, “Dünya ekonomisi ne yöne ilerliyor?” sorunuzla bağlantılı aslında. Dünyada neoliberalizm sahneden çekilirken, hiç de sosyalist olmayan ve yüksek profilli pek çok siyasal iktisatçı ve kanaat önderi yaygın biçimde devleti göreve çağırıyorlar günümüzde. Bu çok ilginç bir gelişme. Yukarıda bağlantısını verdiğim kısa makalede, dünya çapında kanaat önderlerinin çağımızda devletten bekledikleri kapsamlı ve karmaşık görevleri bir tablo yardımıyla özetlemiştim. İzninizle o tabloyu buraya da aktarayım, çünkü bu tablo aynı zamanda dünya ekonomisinin ne yöne ilerlediği konusunda da fikir verecektir bize:

Bu tabloda özetlenen çok boyutlu sorunları özel sektörün veya “serbest piyasa”nın çözemeyeceği açıktır. Bu sorunlar silsilesinin önemli bir kısmını neoliberalizm yaratmıştır ve dolayısıyla bunların çözümünü neoliberal politikalardan bekleyemeyiz. Zaten tam da bu nedenle dünya çapında siyasal-iktisatçılar ve kanaat önderleri –hiç de sosyalist olmadıkları hâlde– son yıllarda devleti ısrarla göreve çağırma gereği duyuyorlar. Bu konu üzerinde daha derinlemesine düşünmek isteyen okuyucuları, yukarıda bağlantısını verdiğim kısa makaleme tekrar yönlendirmek isterim.

Öte yandan, Türkiye’de bu türden kamucu politikaları geniş toplum kesimlerine anlatabilecek siyasal partiler sayıca çok azdır ve bunların önemli bir kısmının kayda değer bir seçmen tabanı da yoktur. Bu nedenle, bana öyle geliyor ki CHP gibi geniş seçmen kitlelerine hitap edebilen ve kendi bünyesinde sosyal demokrat bir damarı da barındıran bir partinin kamucu ve emek yanlısı politikaları ve stratejileri çok daha iyi özümseyip bu alanlarda çok daha etkin ve ikna edici plan ve programlar hazırlaması gerekiyor. Bana kalırsa, bu sadece CHP’nin seçim performansına pozitif katkı yapmaz, aynı zamanda Türkiye’nin dünyadaki muhtemel dönüşümleri ıskalamasını önlemek açısından da çok yararlı olur.

‘TÜRKİYE’DE MEVCUT İKTİDAR HÂLÂ NEOLİBERAL’

Bu söylediklerinizi biraz daha açabilir misiniz? Örneğin, Türkiye’de AK Parti iktidarı neoliberal miydi? Hâlâ neoliberal sayılabilir mi? Neoliberalizme karşı çıkan siyasal muhalefet nasıl bir ekonomi programı tasarlayabilir?

Neoliberalizmin başat özelliğinin sermaye yanlılığı olduğunu saptadığımız ölçüde Türkiye’de mevcut iktidarın hâlâ neoliberal olduğunu söylemekte bence bir sakınca yok. Liberaller ve “düzenlemeci neoliberalizm”e yatkın kimi sosyal demokratlar buna itiraz edeceklerdir. Bırakınız etsinler… Türkiye’de “düzenlemeci neoliberalizm”in zirve günlerinde de AKP iktidarı vardı. Ali Babacan geçenlerde o günleri sitayişle yâd eden şöyle bir tweet atmış: “Biz, bu ülkede iki büyük ekonomik krizi çözen ekibiz. Ülkede yaşayan herkesin yaşam standartlarını yükselten, milli gelirimizi dörde katlayan ekibiz. Ayinesi iştir kişinin. Lafa bakılmaz.”

Babacan’ın bahsettiği ilk kriz Türkiye’nin kendi kriziydi; 2000-2001 krizi yani. O krizden çıkışı Kemal Derviş’in ünlü “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” sağlamıştı. AKP ve Babacan Kasım-2002’de iktidara geldikten sonra o hazır programı sürdürdüler sadece. İktidara geldiklerinde kriz zaten çözülmüştü. Üstelik AKP’nin o ilk döneminde Türkiye ekonomisinde parasal ve mali disiplin önemli ölçüde sağlansa da çok yüksek oranlı cari açıklar verilmeye, dış borçlanma hızlanmaya, ithalata ve yabancı sermaye girişlerine bağımlılık artmaya başladı. Ayrıca kamu ihale yasasının yamalı bohçaya dönüştürülme sürecinin başlangıcı da yine AKP’nin o ilk dönemindedir.

AKP’nin ikinci döneminin başlarında ise 2008-2009 küresel krizi tüm dünyayı vurdu. Babacan’ın bahsettiği ikinci kriz budur. O zaman Tayyip Erdoğan, Babacan ve ekibi küresel krizin Türkiye’yi teğet geçeceğini savunuyorlardı. Krizin ilk aylarında birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke krize karşı etkili ve kapsamlı önlemler alırlarken bizimkiler tuhaf bir özgüvenle 2009 baharına kadar hemen hiçbir önlem almadılar. Tüm dünya ekonomilerini sarsan büyük bir krize rağmen parasal ve mali disiplini sürdürmeye çalışarak, neoliberalizme takıntılı bir bağlılıkla krizin Türkiye’yi teğet geçmesini beklediler, ta ki 2009 Mart’ındaki yerel seçimlerde ciddi oy kaybına uğradıklarını, işsizlik oranının yüzde 14’e çıktığını ve ekonominin daraldığını görene kadar. Ancak 2009 baharında bir kriz paketi hazırlamaya başladılar ve fakat görüldü ki bu paket gecikmiş olmasının yanı sıra, sermaye-dostu bir paketti de. Diğer pek çok ülke kriz paketlerinde altyapı yatırımlarına önem verip emekçi kesimlere somut destekler verirlerken bizimkiler şirketleri desteklemeye odaklanan, “sermaye yanlısı” anlamıyla neoliberal bir paket hazırladılar. 2008-2009 krizinin Türkiye’ye yansıma öyküsünü Ziya Öniş ve Ali Burak Güven akademik bir makalelerinde çok güzel anlatırlar; herkese öneririm…

‘NEOLİBERALİZME BAĞLILIK ENGEL OLDU’

Velhasıl, Babacan ve ekibi görevdeyken ne sanayi, ne teknoloji, ne de istihdam politikası geliştirdiler. Büyümenin yabancı sermayeye, üretimin ve ihracatın ithalata bağımlılığını artırdılar. Cari açıkları ve dış borçları büyüttüler. Kamu ihale yasasının yamalı bohçaya dönüşmeye başlamasına göz yumdular… Hâlbuki o zamanlar birçok açıdan bir “fırsatlar” dönemiydi. “Makul” düzeyde döviz kısıtlamaları ve sermaye denetimleri, örneğin, özellikle küresel finansal krizle birlikte gündeme alınabilirdi belki. Küresel krizle birlikte IMF dahi bunlara bir ölçüde cevaz vermeye başladı. Ahbap-çavuş sermayedarların çıkarını gözeterek değil, tümüyle iktisadi kriterlere dayanarak tasarımlanan kısmi bir “ithal ikamecilik” ile üretimin ve ihracatın ithalata bağımlılığını azaltmaya yönelik planlı-programlı politikalar da aynı dönemlerde tasarlanabilirdi. Farklı sosyoekonomik kesimlerin görüşleri dikkate alınarak özenle hazırlanan bir ulusal kalkınma koordinasyonu çerçevesinde, çağdaş sanayi, teknoloji ve istihdam politikaları da o dönemde geliştirilebilir ve uygulamaya konabilirdi. Ama tüm bunlar plan-program işidir ve uzun vadeli bir iktisadi bakış açısını gerektirir. Neoliberalizme bağlılık, bunların hayata geçirilmesine mâni oldu.

‘PANDEMİDE HARCANMAYAN BÜTÇE, MUHTEMELEN SEÇİM İÇİN SAKLANMAK İSTENDİ’

Mevcut iktidarın sermaye yanlılığı anlamında neoliberalizme bağlılığının sürdüğünü son pandemi örneğinde de gördük. Pandemide birçok ülke yurttaşlarına yüklü miktarlarda doğrudan destekler sağlarken bizde devletin mali imkânı olduğu hâlde yurttaşlar pandemide bütçe üzerinden yeterince desteklenmedi. IMF’nin 2021 Fiscal Monitor raporundaki veriler, Türkiye’nin pandemi koşullarında sıkı bütçe politikası uygulayan istisnai bir ülke olduğunu gösteriyor. Muhtemelen, bütçe kaynakları yakın gelecekte seçim ekonomisi uygulamak üzere saklanmak istendi. Kredi genişlemesine dayalı, orta/uzun vadede sürdürülemez olduğu besbelli bir büyüme politikası uyarınca geniş toplum kesimleri borçlanmaya sevk edildi…

Sözün özü, AKP’nin yirmi yıllık iktidarı pek çok bakımdan “sermaye yanlılığı” anlamında bir neoliberal ibretler manzumesidir. Siyasal muhalefetin bu yakın neoliberal geçmişi seçmenlere yılmadan, usanmadan anlatması ve alternatif bir kamucu siyasal-iktisadi paradigmaya geçişin hazırlıklarını yapması gerekiyor. Bana öyle geliyor ki böyle plan ve programların hazırlanmasının ve halka duyurulmasının çoktan başlamış olması gerekiyordu. Bu konuyu merkeze alan, gümbür gümbür bir seçim kampanyası başlatmak için hâlâ çok geç olmayabilir.

‘KAMUCU VE EMEK YANLISI POLİTİKALARI HAYATA GEÇİRMEK ELZEM”

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Türkiye’den güncel bir örnekle meramımı bağlamaya çalışayım izninizle. Mesela, Kılıçdaroğlu son zamanlarda Merkez Bankası bağımsızlığından da sık sık bahsediyor. İktidara geldiklerinde Merkez Bankası’nı siyasetçi etkisinden ve popülist uygulamalardan arındıracağının sinyallerini veriyor. Güzel, çok güzel, ama Merkez Bankası bağımsızlığı ve enflasyon hedeflemesi gibi konular da aslında sistemik ve sınıfsal meseleler. Öyle olduğu için de bazı ana-akım iktisatçılar sadece şunu söyleyip susarlar mesela: “Enflasyon kontrol edilip düşürülmezse büyüme zarar görür, gelir dağılımı da bozulur, bundan da en çok halk kesimleri zarar görür.” Sorun bundan ibaret olsaydı keşke. Evet, yüksek enflasyon yatırımlara ve büyümeye zarar verir, gelir ve servet dağılımını sabit gelirlilerin ve ücretlilerin aleyhine bozar, doğru. Ama bağımsız bir Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi uygulayıp enflasyonu kontrol altına alırken bahsi geçen bu sorunlar otomatik olarak düzelmiyor ki. Bağımsız bir Merkez Bankası enflasyon hedeflemesi uygularken eşlik eden katı mali disiplin ve esnek işgücü piyasası politikaları, düşük enflasyon koşullarında da yatırımlara ve büyümeye zarar vermeyi, gelir ve servet dağılımını bozmayı sürdürebiliyor. O koşullarda yeterli istihdam da yaratılamıyor. Tüm bunlar ne olacak? Yani enflasyonla bağımsız Merkez Bankası kanalıyla mücadele edilse de, edilmese de emekçiler kaybeden tarafta kalabiliyorlar. Sermaye, özellikle de finans kapital, her durumda kazanan tarafta yer alabiliyor. O nedenle bunların esasen sistemik ve sınıfsal sorunlar olduğunu kabul ederek işe başlamak gerekiyor. Kamucu ve emek yanlısı politikaları somut plan ve programlar hazırlayarak hayata geçirmek işte bu nedenle elzem. Yoksa, Merkez Bankası bağımsızlığı halkın yaşam standartlarını yükseltebilecek, kalkınmayı ve uzun dönemli büyümeyi hızlandırabilecek bir sihirli değnek değil. Kamucu ve emek yanlısı politika önerilerinizin araç ve amaçlarını somut bir plan-program çerçevesinde açıklayıp gümbür gümbür ortaya koymazsanız; (Z-kuşağının tuhaf tabiriyle ifade edeyim) “boş yapmış” olursunuz.

KİMDİR?

Doç. Dr. Emre Özçelik, doktora derecesini ODTÜ İktisat Bölümü’nden 2006’da almıştır. 2007-2008 akademik yılında 12 ay süreyle İngiltere’nin Cambridge Üniversitesi’nde doktora-sonrası araştırmacı olarak çalışmıştır. 2010 yılından bu yana ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde öğretim üyesidir. Aynı kampüste 2012’den bu yana İktisat Programı Koordinatörlüğü görevini yürütmektedir. Akademik çalışma alanları; kalkınma iktisadı, uluslararası siyasal iktisat, iktisadi düşünce tarihi ve Türkiye ekonomisidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir