70 yıl sonra bizi ne bekliyor

Kavram Karmaşa’nın Ağustos-Eylül 2003 tarihli 30. sayısında Tahsin Yücel hocamız için bir dosya hazırlamıştık. Başlığını ise “Küremizi Varsıllaştıranlar” koymuştuk. Ayrıca, kapağa bir de sözünü aktarmıştık: “Öyle ya, insan yaptığı şeyse, aynı zamanda da yazdığı şeydir.” O günlerde Yalan’ın rüzgârları esiyordu. Arkasından Kumru ile Kumru geldi. Derken Gökdelen… Yani neredeyse bir buçuk yıla bir roman düşüyor. Buradan da Tahsin Yücel hocamızı oldukça üretken bir yazar olarak değerlendirebiliriz.

Orhan Pamuk’un “Nobel’i alması”yla ilgili yazdığım bir yazıda (“Bernhard Nobel’in Kemikleri”) kendi adaylarımın da adlarını geçmiştim. Bunların arasında Tahsin Yücel de vardı. Artık aramızda değil ama yaşamı sürecinde ürettiği eserleriyle bunu fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum.

Türkçemizin ilginç bir özelliği var. Bazı bağlaçlar gerektiğinde “yadsıma” amaçlı kullanılabiliyor. Tıpkı ’80 darbecilerinin anayasası gibi! Benim asla böyle bir amacım yok. Yazdıklarımı bir kalemde karalayacak, silecek değilim; “ama” Gökdelen’de aradıklarını bulamayan, hayal kırıklığına uğrayan bir Tahsin Yücel okurunun notlarını da paylaşmadan edemeyeceğim…

TEMATİK DEĞERLENDİRME

Gökdelen’in ana teması, yetmiş yıl sonrası Türkiye’sinin İstanbul merkezli panoramasıdır. Daha doğrusu, günümüzdeki gelişmeleri, özellikle “özelleştirme” ve “mimari” açıdan geleceğe daha uç noktada taşımaktır.

Temel Diker’in, soyadından da anlaşılacağı gibi, “gökdelenler dikmek” için geliştirdiği projeleri yaşama geçirmesinin bir yolu olarak “yargının özelleştirilmesi” gerekir. Buna bir de ünlü avukat, eski Marksist Can Tezcan’ın haksız yere hapsedilen dostunun durumu eklenince, romanın ana teması kabataslak ortaya çıkar. Böylece Can Tezcan “hünerlerini” konuşturmaya başlar. Kentsel ve toplumsal doku “özelleştirme” ekseninde gündeme taşınır. İşin ilginç yanı, yetmiş yıl sonra da ülkenin başında “dini bütün ve pazarlamacı” Mevlüt Doğan vardır. Başbakan Mevlüt Doğan ile Avukat Can Tezcan arasındaki pazarlık ise tam anlamıyla “evlere şenlik”tir. Ancak, bana kalırsa, tüm ilginçliğine karşın bu tartışma ve tez hem yavan hem de geri bir noktadadır. Marksist Rıza Koç’un “muhalefet”i bile bu “geriliği” ne yazık ki ortadan kaldırmıyor. Özal’ın “bir koyup üç alma” sevdası; Boğaz Köprüsü’nü “satarım-sattırmam” muhabbeti; “her sokak başına bir milyarder dikmek” fantezileri… yanında Temel Diker’in fantezisi ya da Gökdelen’in yetmiş yıl sonrası Türkiye’si gerçekten “hafif siklet” gibi görünüyor.

“Adalet mülkün temelidir” savsözünün öne çıktığı Adliye Sarayları, Yargı Tapınakları her zaman ve her koşulda zaten “özel”di. Her zaman “mülkü”, yani “gücü” temsilen kurulmuş ve günümüze kadar da “özel mülkiyet”in en büyük savunucusu olarak yerini korumuştur. Bunun aksini iddia etmek meseleyi özünden kavrayamamaktır! “Mülksüzler”in (romanın diliyle “Yılkı İnsanları”nın) “adalet”ten yararlanmaları, sadece ve sadece egemenlerin (romanın diliyle “kenterler”in) izin verdikleri ya da kabullenmek zorunda kaldıkları kadarıyladır. “Kemirgenlerden sömürgenlere insanlık tarihi” bunun bir yerde “kanlı arenası” da olmuştur. Silahların sustuğu yerde, malum “yargı” görevi devralır ya da birlikte atı alıp Üsküdar’ı geçerler.

OLDUKÇA İYİMSER BAKIŞ AÇISI

Sevgili Tahsin Yücel Hocamız bunları bilir elbette, hem de hepimizden çok iyi bilir… “Ancak” ne yazık ki birçoğumuz “yargının kamusallığı” gibi bir tuhaf anlayışa saplanıp kalmışızdır. Adaların alınıp satıldığı, doğanın, havanın, suyun, enerjinin, eğitimin, sağlığın, devletlerin alınıp satıldığı dünyamızda “yargının özelleştirilmesi” tartışması gerçekten çok sıradan kalıyor.

Romanın temel kahramanlarından biri olan Can Tezcan’ın yardımcısı Sabri Serin bir yerde şöyle der: “Bilirsiniz, özel mahkemeleri ve özel yargıçları bir yana bırakacak olursak, bu ülkede her şeye karşın en iyi işleyen yargıdır öteden beri, yasalar elverse, daha da iyi işler. Bu nedenle çevremizde ikide bir ‘Türkiye’de yargıçlar var!’ denildiğini duyarız. Korkarım ki bu söz unutulacak yakında…”

Bence değil yetmiş yıl sonrası için, bugün için bile oldukça “iyimser” bir bakış açısı bu. Bu noktada ben, romandaki tarihten yaklaşık doksan üç yıl öncesine giderek bir belirlemede bulunacak ve Sabri Serin’i (gerçi bana gerek kalmadan kendisi bu görevi yerine getiriyor) yalanlayacağım!

Rıdvan Akar-Can Dündar ortak yapımı Karaoğlan adlı belgesel kitapta Şerafettin Elçi, Bülent Ecevit’in bir sözünü aktarır: “Bak, Pakistan’da 4 bin hâkim Ziya ül Hak dikta rejimine tepki göstererek istifa etmişlerdi. Ne var ki kahroluyorum. Pakistan sömürgecilikten yeni yeni kurtulduğu halde, hâkimler bu tepkiyi gösterebiliyorlar. Bizde bu türde namuslu davranabilen tek bir hâkimin çıkmayışı beni rencide ediyor.” Bu “rencide oluşu”, Gökdelen’in tarihiyle değil de günümüzün tarihiyle söylersem, özellikle son elli yıldır fazlasıyla duyumsadık/duyumsuyoruz. 50’ler, 60’lar, 70’ler, 80’ler, 90’lar, 2000’ler… Can Tezcan’ın “kâbus”undan çok daha ağır bir “karabasan” olarak ülkemizin üzerine (b)inmiştir. Smerdiakof’lar o gün bugün “yönetim daireleri”ni işgal etmişlerdir. Öyle ki onlar için Türkiye’yi “küçük Amerika” yapmak bile “büyük ideal” olmuştur.

İlginç olan, Sabri Serin’in daha aynı sayfada kendi kendini yalanlaması ve benim birkaç paragraf önce söylediğim yere gelmiş olmasıdır. “… ama bence fazla iyimsersiniz… Benim görüşümü sorarsanız, adalet güçlülerin ayrıcalığıdır. Güçsüzler adaleti pek bilmezler genellikle, bilseler bile kendilerini de kapsayacağına, daha doğrusu, kendileri için de işleyebileceğine inanmazlar hiçbir zaman…”

Peki, ama bu “çelişkiler” niye? Can Tezcan geçmişi ile bugünü arasında gidip gelen bir karakterdir ve baştan sona bu yapı/özellik/nitelik korunmuştur. Bir tutarlılık söz konusudur. Ne yazık ki aynı şeyi örneğin bir Sabri Serin karakteri için söyleyemeyeceğim. Bence burada yazarın bir atlaması söz konusu. Bir atlama ya da gözden kaçma da romanda geçen zaman dilimiyle ilgilidir: Roman 17 Şubat 2073 ile 17 Kasım 2073 arasında geçiyor, anladığım kadarıyla… Ama ne olmuşsa, araya bir yere (s. 256) “11 Ekim 2074 sabahı” düşmüş… Bu tarih bir “kaza” gibi duruyor; yazarın, yayınevi editörlerinin bir “atlaması” gibi…

Can Tezcan’ın romandaki zamanı okura duyurmak amacıyla kurgulandığı anlaşılan kâbusu, bizi “içeridekiler”in durumunu düşünmeye yöneltir. Bu bile günümüzdeki “içeridekiler”in yanında sözü edilemeyecek kadar “hafif” kalıyor. “İşkence odaları”yla ilgili ayrıntılı bir şeyler yazmak bu metnin amacı değil. “Eve Dönüş” filmini izleyenler az çok birtakım izlenimler edinmişlerdir. Bu filmdeki işkence sahneleri bile, bir yerde “ne desen bir eksik kalıyor” misalidir! Örneğin benim Kuşatma Altında adlı romanımın son iki bölümü de (“Yüzleşmeler: Kadının Ölümü – 1” ile “Yüzleşmeler: Erkeğin Ölümü – 2”) bu konuda bir başka pencere açmaktadır. Şimdilik ileriye gitmeye gerek yok.

Savcılık, yargı, adalet ise bu yazının temelini oluşturmaktadır. Bu konularda pek de olumlu izlenimler edinerek bugünlere gelmedim. Kenan Evren Paşa’nın (!) demesi “yaşın yanında kurunun, kurunun yanında yaşın yandığı günler”den geçmiş biriyim! O günlerde düpedüz bu kurumların tümünün kimlerin elinde birer oyuncak olduğuna yakından tanıklık etmiş, payıma düşeni de fazlasıyla almıştım. Benimle aynı dönemlerde “yargı” önüne çıkarılan Ecevit’in vurgusu ise ülkeyi en tepelerde yöneten birinin “kâbusları” olarak değerlendirilemez. Binlerce, milyonlarca gencecik insan gerek 12 Eylül 1980 öncesinde gerekse sonrasında “imha” edildi; sadece tankla, topla, tüfekle değil; ayrıca “yargı” eliyle… Büyük büyük yargıçlar, savcılar, üstelik “asker” sıfatlı olarak sahnede öyle boy gösterdiler ki… O gencecik insanların yaşamını “kıyma makinesine” attılar! Sanki dönemin “toplumsal alabora” oluşunun tek sorumlusu onlardı! Sanki “bu ülke” elli yıldır çok iyi idare ediliyordu da…

Burada emekli hukukçu Sami Selçuk’tan bir alıntıyla meseleyi, şimdilik kaydıyla, kapatıyorum:

“Yargıç insanlık tarihinin başından bu yana, hemen her dönemde, adalet dağıtırken sürgit bir güç (otorite) olmuştur. Doğaötesi (metafizik) dönemde mistik; dinsel (teolojik) dönemde tanrısal; bilimsel (pozitif) dönemde laik bir güçtür yargıç. O yüzden bütün siyasal iktidarlar bu gücü ya ellerinde tutmuşlar ya da ele geçirmek istemişlerdir. Unutmayalım ki, yakın çağlara dek, toplumun başındakiler aynı zamanda yargıçtılar.”

POSTMODERNİZMİN DOLAYLI ETKİLERİ

Şimdi şöyle bir soru yöneltilebilir: Ülkenin önünde bilimkurguları bile aratmayacak bir elli yıllık tarih varken niçin “sanal” tarihlere gereksinim duyulur? Sakın geleceği kurgulamanın, geçmişi dehlizlerinden çıkarmanın karşısında olduğum sanılmasın. Aksine… Bana kalırsa öncelik günümüzü, geçmişe dönük olarak neşter altına yatırmaktır. Arkasından yapbozun parçaları bir araya getirilecek ve böylece geleceğin Türkiye’si/dünyası gözler önüne serilecektir. Ne yazık ki bizde çoğunlukla “güncel”den hızla bir kaçış söz konusu. Örneğin bir yılda yayımlanan romanları bir de bu yönde incelemekte/irdelemekte yarar var. Postmodern süreç, tarihi bir “pres makinesi” olarak tasarlamıştır. Bugünü “ezmek” için ya geçmişin dehlizlerine tıkılıp kalmak ya da geleceği “karikatürize” etmek… Diyeceğim, “günümüz” söz konusu olduğunda “üç maymunları” oynamak “en akıllıca iş” olarak sunuldu ve benimsetildi. Hâlâ öyle değil mi? Bu tuhaf “manipülasyon harekâtı” (ne de olsa bir paşamız (!) 28 Şubat sürecini “postmodern darbe” olarak değerlendirmişti; bu nedenle de “harekât” burada aykırı kaçmıyor!) en “soldaki” yazarlarımızı bile hegemonyası altına almıştır, ne yazık ki…

Bu ülke hâlâ ’80’lerin ucube anayasasıyla yönetiliyor. Bu ülke hâlâ darbeci zihniyetle bağlarını koparamıyor.

ÖNERİ BAĞLAMINDA

Bana kalırsa Gökdelen bitmemiş bir roman sayılmalıdır. Zenginlerin havadan ulaşımı sağladıkları “mekik” örneği, birçok bilimkurgu vb. filmde fazlasıyla işlendi. Hiçbir özgünlüğü yok. Ama “Yılkı İnsanları”nın yaşamları daha derinlikli olarak işlenebilseydi, hiç kuşkusuz romanın havası değişirdi. O “mekanik/ruhsuz yapı” deforme olur ve roman basit bir “tartışma platformu” olmaktan çıkardı.

İkinci bir öneri ise şu: Romanın teması -bence- özellikle “dilin özelleştirilmesi” olmalıydı. Türkçeyi veya Kürtçeyi veya herhangi bir dili her isteyenin, örneğin “Yılkı İnsanları”nın kullanamayacağı ya da “-özel- yasaların belirlediği sınırlarda kullanabileceği” gibi bir kara mizah, ironi sanırım çok daha ilginç olurdu.

Bana kalırsa geçmişte de, günümüzde de “özelleştirilemeyen” tek varlığımız “dil”dir, “dilimiz”dir. Belki geleceğin dünyasında da özelleştirilemeyecektir.

***

Bu yazı bir “ön okuma” sonucunda ortaya çıkmıştır. Daha ayrıntılı ve tema ötesinde, örneğin bir “yapı” çözümlemesine gidilmemiştir. Ol bu nedenle, Gökdelen’e ve Tahsin Yücel hocamıza haksızlık yaptıysam şimdiden özür dilerim.

Alaaddin Topçu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir